“Adalet mülkün temelidir.”
Mahkeme salonlarında, Millet meclisinde ve resmi dairelerimiz de sıkça karşılaştığımız bu söz ne demektir.?
Önce, adaletin ne olduğuna bakılması gerekir.
Adalet, en geniş bağlamda, hem adil olanın sağlanmasını hem de felsefi açı dan neyin adil olduğunun tartışmasını içerir. Adalet kavramı; etik, akılcılık, hukuk, din, eşitlik ve hakkaniyeti de içeren birçok alana, farklı görüşlere dayanmaktadır.
Bu klasik anlamıyla adalet hem bir durumu hem de insanların davranışlarını tanımlar ve kapsayıcı bir nitelik taşır. Böyle olduğu için klasik adalet kavramı hem ahlaki hem de dinsel bir anlama sahiptir. Adalet kavramı yalnızca örf ve âdete, hukuka ve yasalara uygunluktan ibaret görüldüğü takdirde, bir ahlaki kavram olma niteliğini yitirir. Oysa adalet, en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak, insanın davranışını ahlaki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünceyi içerir.
Adalet, insanların haklarının eşit şekilde korunması ve herkesin hakkını alması ilkesi üzerine kurulu bir kavramdır. İnsanlar arasında eşitlik, dürüstlük ve tarafsızlık ilkelerine dayanan adalet, toplumun her bireyine hakkını teslim etmeyi amaçlar. Hukuk bağlamında adalet, yasa önünde eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesi anlamına gelir.
Adaletin temel ilkeleri arasında yer alan eşitlik, dürüstlük ve tarafsızlık, hukuki düzenin sağlanmasında önemli bir rol oynar. Adaletin işleyebilmesi için adil kararlar veren yargı organları, toplumsal huzuru ve düzeni sağlamak adına büyük bir sorumluluğa sahiptir.
Hukuk düzeni, ancak zayıfları koruyucu bir güvenlik düşüncesine dayanıyorsa adaletlidir. Toplum içerisindeki çıkar çatışmalarında hukukun işlevi, bu çatışmaları bir veri olarak kabul ederek bunları yansıtmak değil, bunlar arasında farklı bir değerlendirme yapmaktır. Bunun ise, ancak toplumsal yaşamın bir değerlendirme ölçüsü olan adalete göre yapılması gerekir.
Adaletle hukuk düzeni çoğunlukla örtüşmez. Hukuk, adalete hizmet ederse de onu tam ve eksiksiz bir biçimde gerçekleştiremez. Örneğin yasâların genelliği ile onların uygulanacakları olayların özelliği arasında belirgin bir fark ve sürekli bir gerginlik vardır. Çünkü yasal düzenlemeler, kapsadıkları olayları, ancak bu tipik özellikleriyle ele alırlar. Bu nedenle yasaların somut olaya uygulanması sürecinde, tamamlayıcı bir öğe olarak hakkaniyet göz ardı edilemez. Hakkaniyet, yasa uygulayıcının bakışını somut olayın tipik olmayan özelliğine yöneltir. Yasanın genelliğinde noksan olanı, uygulamada düzeltici bir yaklaşımla tamamlamak, adaletin gereğidir.
Adalet kelimesinin manasının yanı sıra, “Mülk” kelimesinin de anlamını bilmek gerekir. Mülk kelimesi Arapçadır. Dilimize Arapça dan geçmiştir. Anlamı ise “devlet” demektir.
Böylece “adalet mülkün temelidir.” sözünün tam Türkçe karşılığı, “Adalet, devletin temelidir.” şeklindedir. Devletin esas temelinin adalet olması ise insanlığın, özellikle yurdumuz insanının arzu ettiği, olmasını istediği bir kavram olmaktadır.
Türk ulusunun ve bu ulusun egemen iradesinin ifadesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin toplumsal, hukuki, ekonomik ve siyasi düzeni, bir kurtuluş savaşı içinde doğan “kurucu iktidarın” değiştirilmesi teklifini bile yasakladığı, tarihsel üç temel ilkeye dayanmaktadır. Bunlar, cumhuriyetçilik, demokratiklik, millilik ilkeleridir. Söz konusu bu ilkeler esasen, Kurtuluş savaşının siyasi ve hukuki tüm metinlerinde birlikte veya dağınık bir biçimde, açık veya örtülü olarak yer almış bulunmaktadır.
Bugün, Anayasamız, 1. maddesinde cumhuriyetçilik, düzgün ifade edilmemiş olmakla birlikte 2.maddesinde demokratiklik, 3.maddesinde millilik ilkelerine yer vermiştir. Cumhuriyetçilik, devletin başındaki kişinin, cumhuri esaslara göre belirlenmesidir. Devletin başındaki kişinin cumhuri esaslara göre belirlenmesi demek, bu kişinin, doğrudan veya temsili olarak halk tarafından seçilmesi demektir. O halde, cumhuriyetle idare edilen devletlerde, devlet başkanlığının kaynağı, sonunda bizzat halkın iradesi olmaktadır.
Anayasamız, “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” diyerek, hukuk düzenimizde, her çeşit krallığı, sultanlığı ve halkın iradesinden kaynaklanmayan ferdi ve kollektif her türlü devlet başkanlığını yasaklamıştır. Bu demektir ki, hukuk düzenimiz, mutlak surette, her çeşit sultanlık düzenlerine olduğu kadar, ulusun serbest iradesine dayanmayan her çeşit diktatörlük düzenlerine de karşıdır.
Anayasanın 2. maddesi hükmünün sözünden çıkılıp özüne inildiğinde, Atatürkçülüğün, devletin bir ideoloji olmadığı, tersine sadece ulusun ulaşmak istediği bir ideali olduğu görülür. Anayasa, 3. maddesinde, “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diyerek, Devletin, bir “milli devlet” olduğuna işaret etmektir.
Türk milleti, birçok boydan, soydan veya ırktan oluşmaktadır. Öyleyse, “Türk milleti” ifadesi, Anadolu topraklan üzerinde yaşayan ve tarihin bir kesitinde bir kurtuluş savaşı içinde siyasallaşan halkın hukuki adı olmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendisi değil, halkı “Müslüman” olan bir devlettir. Kuşkusuz, bu iki kavram, birbirinden çok farklıdır. Milli Devlet olmak demek, en başta, o ülkenin “Hukukunun, ekonomisinin, eğitiminin milli olması demektir.
Bütün bunlar göstermektedir ki, içinde bulunduğumuz bu zaman ve bu iktidarımızla, adaletin devletimizin ana temeli olmadığı belirtilmelidir.
Siyasi çekişmelerde, asla devletimizin rolü olmamalıdır. Muhalif parti üyeleri olan yönetici vasfında ki kişilerin, halk tarafından seçilmiş olduğuna bakılmaksızın görevlerinden alınarak yerlerine “Kayyum” atamak ne siyaset kurallarına ne de devletçiliğe yakışmamaktadır.
Devlet başkanlığı milletin iradesi ile gerçekleşir. Bunun aksi ise “Cumhuriyetsizlik” tir.
“Hâkimiyet, bilâkaydü şart Milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK